Kdz Ereğli Haber - Eregli FM Gazetesi

Ortadoğu'daki çatışma eksenleri ve Türkiye

Tüm Yazıları

Medeniyetlerin beşiği olarak bilinen Ortadoğu 20. yüzyılın ortasından itibaren dünya üzerinde çatışmanın ve siyasi gerilimin en yoğun yaşandığı bölgelerden biri haline gelmiştir. Gerçekten de 1948 yılında İsrail devletinin ortaya çıkışından başlayarak savaşlar ve çatışmalar bu bölgeden eksik olmamış ve çoğu zaman da çevredeki ülkelere yayılma eğilimi göstererek dünya barışını tehdit eder bir hale ulaşmıştır. Aslında Ortadoğu Mısır, Sümer, Asur gibi ilk kadim uygarlıkların ve tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı bir bölgedir. Her uygarlık ve din bölgede kendi izlerini ve birikimini bırakmış, böylece Ortadoğu’nun çok etnili çok dinli yapısı binyıllar içinde ortaya çıkmıştır. Perslerden başlayarak bölgeye hakim olan güçler de bu yapıya saygı göstermek zorunda kalmışlar ve yerel güçlerle işbirliği yaparak bölgeyi yönetmişlerdir

 

Birinci dünya savaşı sonunda bölgeye 400 yıl hakim olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla Ortadoğu bölge kültürüne tamamen yabancı batılı güçlerin eline geçmiştir. Birinci dünya savaşı sonunda İngiltere ve Fransa Sykes-Picot antlaşması ile Ortadoğu’yu cetvelle sınırlara ayırmışlar ve tamamen suni yapılar oluşturarak yönetmeye kalkışmışlardır. Örneğin Musul, Bağdat ve Basra gibi Osmanlı idari eyaletleri birleştirilerek Irak diye bir devlet oluşturulmuştur. Keza Fransa’nın payına düşen bölgede Asurilerin ülkesi anlamına Suriye ve Lübnan oluşturulmuştur. Lübnan’ın oluşturulma nedeni Fransa’nın himaye etmek istediği Maruni Hıristiyanlarının çoğunlukla olacağı bir devlet yapısıdır. Bu yüzden ana Suriye yapısından koparılmış kendi başına yaşamasına imkan olamayan bir devletçiğe dönüştürülmüştür. Lübnan tam 18 dini ve etnik grubun  anlaşmak zorunda olduğu bir siyasal sisteme sahiptir. Böyle bir yapının istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi mümkün olmadığından Lübnan kurulduğu günden beri iç savaş ve çatışmadan kurtulamamıştır. Ürdün adı altında bir krallığın oluşturulması ise başlı başına bir komedidir. Osmanlılara karşı ayaklanmada başı çeken Şerif Hüseyin’e öncelikle Hicaz bölgesinin yönetimi söz verilmiş ancak bu bölge Vahhabi Suud ailesi tarafından ele geçirilince bir oğlu Irak’a bir oğlu da Filistin kıyısında o zamanlar ıssız bir bölge olan Ürdün’e kral yapılmıştır. Irak’taki oğul bir darbe sonucu devrilip öldürülmüş, Ürdün’deki oğul Abdullah  ise bağımsızlık isteyince İngilizler tarafından ortadan kaldırılıp yerine aklı dengesi yerinde olmayan Tallal getirilmiş. O da olmayınca yerine çocuk yaşta Hüseyin getirilip kukla kral olarak yıllarca iktidarda kalmıştır. Başlangıçta ıssız bir yer olan Ürdün bugünkü nüfus yapısına İsrail’den kaçan Filistinlilerin ülkeye yerleşmesi sonucu kavuşmuştur. 6 milyonu aşan ülke nüfusunun yüzde elliden fazlasını İsrail’in işgal ettiği Filistin’den kaçan Araplar oluşturmaktadır.

 

Filistin bölgesi ise bambaşka bir hikayedir. 1948 yılında İsrail devletinin kurulması ile birlikte bölgede yüzyıllardır yaşayan Filistin halkı çevre Arap ülkelerin sürülmüştür. Buna karşılık Arap ülkelerinde yaşayan Yahudi dinine mensup kişiler de malları ellerinden alınarak sınır dışı edilmişlerdir. Mizrahi adı verilen bu Yahudiler İsrail’e gelmiş ve daha fazla Arap asıllı Filistinliyi evlerinden etmişlerdir. Bugün İsrail nüfusunun yüzde altmışını evlerini mallarını Arap ülkelerinde bırakan sürgünler oluşturmaktadır. Oluşturulan şiddet sarmalı sebebiyle bu halklar birbirlerinden nefret etmekte ve kurtuluşu tamamen karşı tarafın yok edilişinde bulmaktadır. Hiç kimse birlikte yaşamak, paylaşmak gibi kavramlardan bahsetmemekte; bahsedenler toplumlarında dışlanmakta, buna karşılık ölmek, öldürmek, şiddete başvurmak yüceltilmektedir. İsrail’e yerleşen ilk Yahudi yerleşimciler paramiliter terör grupları oluşturmuşlar ve komşuları Arapları, terör eylemleri ile evlerini , köylerini terk etmeğe zorlamışlardır. 1967 savaşından sonra topraklarının tamamı İsrail tarafından işgal edilen bu insanlar dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış durumda yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bugün sayıları 11 milyona ulaşan ve yarıdan fazlası bulundukları ülkelerde haymatlos (hiçbir ülkenin vatandaşı olmayan) şekilde yaşayan Filistinliler 1970’lerden itibaren kendi kurtuluş örgütlerini kurmuş ve çeşitli terör faaliyetleri ile varlıklarının ortaya koymaya çalışmaktadır. Filistinli gruplar en son olarak Gazze ve Batı Şeria’da özgür bir Filistin devleti kurmak istemektedir. Ancak büyük bir güvenlik endişesi taşıyan İsrail Yahudi nüfusu artırmak için dünyanın çeşitli bölgelerinden Yahudileri ülkeye getirmekte ve bunları Batı Şeria içlerinde yerleşim bölgelerine yerleştirmektedir. Tüm çevresi Arap toprakları ile çevrili bu yerleşim bölgelerini korumak için inanılmaz güvenlik önlemleri alınmakta ve bu yerleşim yerlerinin varlıkları Filistin sorununu çözümsüz hale getirmektedir.

 

Öte yandan bölgenin diğer ülkelerinde de istikrarlı bir siyasal rejim kurulması mümkün olmamıştır. İkinci dünya savaşının bitiminden sonra İngiliz ve Fransız Manda rejimlerinden kurtulan Irak, Suriye ve Lübnan’da darbeler, iç karışıklıklar birbirini izlemiş ve sonunda Irak ve Suriye’de 1970’li yıllarda Baas partisi iktidara gelmiştir. Başlangıçta milliyetçi, sosyalist ve antiemperyalist bir söylemi destekleyen bu parti her iki ülkede de kısa zamanda belli bir azınlığa dayanan kanlı ve despot diktatörlüklere dönüşmüştür. Aynı ideolojik kökten beslenen bu parti Suriye’de yüzde 11’lik Nusayri azınlığın iktidarı haline gelirken, Irak’ta yüzde 25’lik Arap Sünnilerin partisi haline gelmiş ve doğal olarak birbirleriyle çatışmıştır. Dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz rezervlerinden birine sahip Irak’ın başına 1979’da parti içi bir darbeyle gelen Saddam Hüseyin, 1980 yılında rejim değişikliğiyle istikrarsızlık geçiren Iran’a saldırmış kesintilerle 10 yıl süren bu savaşta ölenlerin sayısının 1.5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra 1991 yılındaki Kuveyt işgali ile başlayan süreç 2003 Amerikan işgali ile sonlanmış olsa da Irak bugün artan sivil ölümleriyle tam bir istikrarsızlık adasıdır. Suriye’deki 3 yıldır devam eden iç savaş herkesin malumudur ve artık hiç kimsenin kazanamayacağı bir noktaya gitmekte, en gelişmiş Arap toplumlarından biri olan Suriye halkını perişan etmektedir.

 

Ortadoğu’da batılıları en çok korkutan hareket köktendinci akımlardır. Genelde kaynağını Vahhabilik’ten alan bu akımlar inanılmaz derecede bağnaz ve vahşi görünüm sergilemektedir. Kurtuluşu İslamın ortaya çıktığı devirdeki hayat tarzına dönmekte gören bu akım temsilcileri batılı bir düşüncenin hayal edemeyeceği cüretkarlıkta eylemlere girişmekte ve müthiş bir korku ve endişe yayarak yayılma eğilimi göstermektedir. 1990’larda El Kaide ile başlayan köktendinci hareket daha sonra Irak Şam İslam devleti (IŞID) ile kendini göstermiş ve bölgede hatırı sayılı bir nüfuz kazanmıştır. Ancak en korkulan senaryo böyle bir düşünceye sahip kişilerin köhnemiş Suudi Arabistan devletini ele geçirme riskidir. Böyle bir durumda trilyonlarca dolar geliri olan Suudi devleti bir anda Iran gibi batı güdümünden çıkacak ve bölge nükleer savaş tehdidi dahil her türlü felaket senaryosuna açık hale gelecektir.

 

Yukarıda açıklanan bütün bu gelişmeler ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. Türk unsuru bölgeyi yüzyıllarca yönetmekle kalmamış bölge üzerindeki tüm unsurlarla yakın kültür alışverişinde bulunmuştur. Bugün Türkiye’de Musevi,Nusayri, Süryani, Nasrani (Hıristiyan Arap), Sünni Arap, Kürt (Kırmançi , Sorani) ve Caferi topluluklar bulunmaktadır. Dolayısıyla her çatışmada taraflarla konuşabilecek, onları tanıyabilecek veya anlayabilecek insanlar Türkiye’de vardır. Ülkemiz büyüme trendi gösteren bir ekonomiye sahiptir, bu yüzden Ortadoğu Türkiye için büyük bir pazardır. Sermaye ihtiyacı duyan Türkiye için özellikle Körfez ülkelerinin elinde kullanamadıkları büyük kaynaklar vardır. 400 milyonluk Arap dünyası için Türkiye hem kültürel gelişimi hem de Batı dünyası ile ilişkileri nedeniyle büyük bir çekim kaynağıdır. Gelişen Türk Turizm içinde Arap ve İranlı turistlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Dolayısıyla ülkemizin Ortadoğu’daki sorunların dışında kalma lüksü yoktur ve bölgedeki çatışmaların çözümünde her geçen gün daha aktif rol oynaması kaçınılmazdır. Asırlardır diploması tecrübesi olan ve bazı eksiklikleri olsa bir demokrasi kültürü geliştirmiş olan ülkemizin bu bölgedeki topluluklara öğreteceği çok şey vardır. Unutmayalım ki Ortadoğu’da yüzyılı aşkın bir süredir hiçbir sorun uzlaşı ile çözülememiştir ve bunun böyle devam etmesi düşünülemez. Büyük bir diplomasi tecrübesine sahip Türk unsurunun devreye girmesinin çözümsüz görülen bir sürü sorunun yumuşamasında büyük rol oynayacağı kesindir.


Canlı Radyo